Şu An Okunan
İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışması

İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışması

İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma’sında yer alan filmlerin yönetmenleri ilham kaynaklarını, filmlerinin çıkış noktasını, sinemaya başlama hikâyelerini ve bugünün Türkiye’sinde film yapımının zorluklarıyla ilgili düşüncelerini Nisan sayısında Altyazı ile paylaşmışlardı. Zer, Mahalle, Murtaza, Kırık Kalpler Bankası ve Mavi Sessizlik filmlerinin yönetmen görüşleri:

-1- -2-


Zer
Kazım Öz

kazim oz gundem

Filmimin çıkış noktası yıllar önce dinlediğim bir şarkıdan geliyor. Sonra birçok yerde bu şarkının farklı versiyonlarıyla karşılaştım. Bu fikir Dersim coğrafyasının özgün kültürü, dili, inancıyla harmanlandı. Tarihsel bir arka plan kazandı. Zamanla büyüyen bir bitki gibi dallanıp budaklandı ve film oldu. Şimdi o güzel elmaların tadına hep birlikte bakma vakti.

Bugünün Türkiye’sinde film yapmak tabii ki çok zor. Siyasi, ekonomik ve psikolojik koşullar aleyhimize. Ama tam da bu sebeplerden dolayı gerekli de. Yoksa niye sanat ve sanatçılar var ki? Her şey daha güzel olacak.

Mahalle
Buğra Gülsoy, Serhat Teoman

BUGRA GULSOY / YASEMIN OZBUDUN CASTING FOTOGRAF MUHSIN AKGUN
SERHAT TEOMAN / YASEMIN OZBUDUN TALENT MANAGEMENT / FOTOGRAF MUHSIN AKGUN

GET Yapım’ı kurduğumuzda amacımız ‘suç ve insan psikolojisi’ üzerine işler yapmak, inandığımız projeleri hem tiyatro hem de sinema yoluyla seyircimizle buluşturmaktı. İlk tiyatro oyunumuz ‘Pragma’da ‘suç ve insan’ olgusunun en uç örneklerinden başlamak istedik: Seri katillerden. İkinci oyunumuz ‘Dip’i yazdığımızda ise bu kez katil olmayan insanların “katil olmak zorunda kalmalarını” anlatacaktık. “Bir insan neden öldürür?” “Hangi psikoloji(ler) insanları suça iter?” bunları işlemek istiyorduk. Fakat uzun ve yorucu çalışmalar sonucunda ‘Dip’ oyununda anlatmak istediğimiz şeyin tiyatro yoluyla anlatmanın yeterli olmayacağını anladık. Biz de sinema filmini yapmaya karar verdik.

Mahalle’nin içinde sadece oyuncu olarak yer almak isterken filmin yönetmeni olmak zorunda kaldığımız; hem oyunculuğu hem de yönetmenliği nasıl beraber götürülebiliriz diye düşünürken bu kez de filmin yapımcısı olmak zorunda kaldığımız süreç uzun ve yorucuydu bizim için. Emre Erkan ve Mert Öner’le birlikte tek bir derdimiz vardı: Sadece bir film yapmak. Gişe filmi, sanat filmi gibi kavramlara inanmıyoruz. Bizim için tek bir ismi var: FİLM. Yani anlatmak istediğimiz hikâyeyi sinema yoluyla anlatmak ve bunun seyirciyle buluşması. “Seyirci bunu istiyor” algısından kurtulup “çeşitliliğin” ülke sinemasını geleceğe taşıyacak en önemli temel taşlardan biri olduğunu düşünüyoruz.

Murtaza
Özgür Sevimli

ozgur-sevimli

2008’in Nisan ayında askere gitmeye; gitmeden önce de dedemi (Murtaza) Malatya’daki köyünde ziyarete gitmeye karar verdim. Uzun bir yolculuktan sonra, dedemi evin önünde tek başına yolu izlerken buldum. Yanındaki boş sandalyede biri varmış gibi konuşuyordu. Bir süre onu dinledim, beni fark etmedi. Sonra köydeki yalnızlığından ve kaybettiği eşi Sabure ile kızı Selvi’nin yokluğundan bahsetti. İlk defa dedemin bana bu kadar açıldığını görmüş oldum ve hemen yanımdaki kameramla kayda girdim. O gün boyunca dedemin anlattıklarıyla, erkenden dünyadan göçen annemin anlattıkları arasında belirgin çelişkiler olduğunu sezdim ama üsteleyemedim doğrusu. Askerlik sonrası elimdeki kayıtlardan anı niyetine biyografik bir belgesel çıkardım. Kurgu aşamasında bazı detaylar ve açığa çıkan sırlar geçmişimi, yani ölenlerin bana söylemeden kendileriyle götürdükleri gerçekleri, çözmeme vesile olacak bir öykü arayışına sürükledi beni. Dedemin anılarını anlatırken kurguladığı dünya ile ailemin anlattığı olaylar birbiriyle örtüşmüyordu. Zamanla dedemin yalanlarının, aslında var etme çabasından kaynaklandığını ve hayatının pişmanlıklarının bedelini ödemekle geçtiğini fark ettim.

Sinemaya nasıl başladığım sorusunun cevabı çocukluğumda saklı sanırım. 1994 senesiydi. Komşumuz gazeteci Metin Göktepe’ydi. Onu elinde fotoğraf makinesi ve gazeteci yeleğiyle görürdüm. Bir gün Bakırköy’deki bir eyleme gitmeye hazırlanırken gel seni de götüreyim dediğini hatırlıyorum.

O zaman Özgürlük Meydanı, şimdi ise Cumhuriyet Meydanı olan yerde ilk defa, ilk özel kanal olan Star TV’nin kameramanını görmüştüm. Omuzundaki kameranın heybeti ve cepli yeleğiyle hayranlık bırakmıştı bende… Resim yapma tutkum beni bir yandan sinemaya yönlendiriyordu. Her şeyi resmetme ve anlamlandırma, hayal dünyamı ve beni mutlu etmeye başlamıştı. Ve en son babamın 90’larda benim uyuduğum çekyatın yanında geceyi beklediği, yasaklı Yılmaz Güney filmlerini Show TV’de hıçkıra hıçkıra ağlayarak izlediği, sonrasında bağırıp çağırdığı günlerde sinemanın insanların ne kadar yakını olduğu ve vazgeçilmez bir tutku yarattığını görmüştüm. Ve o geceler yorganın altından baktığım televizyondan gelen o ışık, benim hayalim olmuştu.

Film üretimi, kendi içinde ayrı köşelere dağılmış bireyler gibi… Kimsenin birbirinden haberi yok. Seslerini duyurma konusunda herkes birbirini bekler durumda, yani ortada büyük bir yalnızlık mevcut. İşin bu tarafından bakınca, aslında şu andaki toplumdan ayrı olmayan bir çaresizlik içinde kurtarıcısını bekliyor. Kimse de elini taşın altına sokma cesareti göstermiyor, sonuçta taş düşüp elini ezebilir.

Dağıtım ağı ciddi anlamda belli bir etiketin çevresinde dolaşmakta, onlar için de bizim için de durum çok iç açıcı değil… Var olan sorunu çözmek için suçlu aramadan, geriye bakıp ders çıkaracak bir ortam yok ne yazık ki.

Müstakil sinema salonları maalesef değişen dünyanın içinde kendilerine yer bulamadılar. Benim gibi diğer yönetmen arkadaşlarım da yaptıkları filmleri gösterebilmek için salon sayılarından ve izleyicilerden medet umuyor. Ama her geçen gün salonlar kapanıyor, hatta bu durum tekelleşmeyle sonuçlanıyor. Yani “Gerçek dram, hayatın değişimine ayak uyduramayanlarda başlar.”

Kırık Kalpler Bankası
Onur Ünlü

onur-unlu

Bu filmin senaryosunu 2002 yılında tamamlamış olmalıyım. Hayatımda yazdığım ilk senaryoydu ve bir senaryo nasıl yazılır, doğrusu çok da emin değildim –Gerçi hâlâ da değilim. Bir şekilde anlatmak istediğim şeyle anlatma biçiminin birbiriyle zıtlık oluşturmasını istediğimi hatırlıyorum. Mesela bir aşk hikâyesinin fonunda dünyayla ilgili “ciddi” meseleleri tartışmak gibi. Bunun için de Shakespeare’in ‘Romeo ve Juliet’ adlı piyesini gözüme kestirdim ve kafamın içinde ne varsa metne doldurmaya başladım. Böylece bir uyarlama değil de bir çeşit üst-metin elde ettim galiba. Zira, bir yanıyla orijinal metnin neredeyse tamamına sadık kalmakla birlikte, o metinde asla olmayan birçok durum, hikâye ve karakter de filmin içine girdi. Mevzu gittikçe şenlikli, hatta giderek görkemli bir hâl almaya başladı. Ya da belki de zıvanadan çıktı. Ama her ne olduysa, yeni başlayan bir senarist olarak, var olan sağlam bir metnin üzerinden yazmayı öğrenmeye çalışmak epey işime yaradı. Umarım seyircinin de işine yarar.

Bu filmin önceki çalışmalarımdan farkı, önceki çalışmalarımdan daha önce yazmış olmam. Hiçbir şey yokken ‘Bankası’ vardı. Daha sonra birçok filmimin içinde ‘Bankası’ senaryosundan anlar, imajlar, duygular olduğunu filmi çektikten sonra fark ettim. Yani aslında tuhaf şekilde önceki filmlerimin hepsinin yekûnu gibi bu film. Büyük bir toplam ama en başta yapılmış bir toplam gibi.

Türkiye’de film üretimine ve dağıtımına gelince, bu konularla ilgili konuşmaktan dilimizde tüy bitti. Artık hiçbir şey söylemek istemiyorum. Hatta umurumda bile değil. En sonunda kendi başlarını yiyecekler ve korkarım ben o zaman da film yapmaya devam ediyor olacağım.

Mavi Sessizlik
Bülent Öztürk

bulent-ozturk-iff-2017_-_Blue_Silence_-_Photo_of_the_director_353466

2011 yılında hayalini kurduğum, ‘Hasankeyf Anlatıyor’ diye bir belgesel çalışmam vardı. Onun için Dicle nehrinin kıyısında, yorgun Hasankeyf’i dinliyordum. Sonrasında Nemrut Dağı’nda güneşin sessizce, kararlı ve yavaş doğuşunu izleyip arabayla Atatürk Baraj Gölü’nün yanından geçerken, gölün hayalimsi mavi rengi için durdum. Uzunca bir zaman gölün kenarında durduktan sonra “Acaba Yaşar Kemal bu renk deryasını sözcüklerinde nasıl resmeder?” diye düşündüm. Gölün yakınında, genç bir köylü kadınla tanışmam ve bütün bu manzaranın fotoğraflarını çekmem ilk fikir oldu film için. Sonrasında senaryo uzun bir iç yolculuğa çıktı. Nihayetinde de şimdiki Mavi Sessizlik ile hayat buldu.

Sinemanın ilk bulaşıcı virüsü bana Belçika’ya gittiğim 1995 yılında geçti. Belçikalı bir arkadaşımın bana sürpriz yapıp evinde Yılmaz Güney’in Yol filmini izletmesiyle oldu (ki o dönem konuşmak için ortak bir dilimiz bile yoktu o arkadaşımla ). Korkularımı ve endişelerimi yenmem ve sinema okuluna kayıt olmam için on iki yıl daha beklemem gerekti. Her ne kadar Türkiye dışında yaşıyor olsam da bu topraklara ait temaları bugüne kadar küçük daireler şeklinde işlemeye çalıştım. Mavi Sessizlik’i bunların arasında en geniş ve derin daire olarak düşünebilirsiniz.

Belgesel alanında Zaman Zaman ve Beklemek, kısa filmlerde ise Küçük Pencereli Evler ve Gölge ile şiirsel bir sinema dilini perdeye yansıtmaya çalıştım. Bütün filmlerimde anlatmak istediğim, insanlığa ait olan acıların, köksüzleştirilmenin, bastırılmanın, yalnızlaştırılmanın, mutlulukların, çaresizliklerin, arayışların yerel sınırlarını aşıp tüm insanlığa ait olduğunun mühürlenmesi. Benim için sinema bu.

Bir süreden beri Türkiye’de filmlerin dağıtımı ve gösterimi çok zor bir süreçten geçiyor. O yüzden de asi, deli divane sinemacılara daha fazla iş düşüyor. Yıpratıcı olsa bile, sinemada hayatta kalabilmek ancak yılmadan ama aynı zamanda yaratıcı mecralar yaratmak şartıyla mümkün.

NOT: Yarışmada Pelin Esmer’in İşe Yarar Bir Şey ve Yeşim Ustaoğlu’nun Tereddüt filmleri de yer alıyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.