Şu An Okunan
Kelebekler: Olmadı Fezaya Kaçarız

Kelebekler: Olmadı Fezaya Kaçarız

Her biri fezadan, farklı gezegenlerden fırlatılmış gibi duran üç kardeşin baba evine dönüş öyküsünü anlatan Kelebekler, sıradan bir sorunlu aile anlatısından uzaklaşıyor, varoluş sıkıntısıyla uğraşan bir filme dönüşüyor. 

Bu yazı Altyazı’nın 183. sayısında yayımlanmıştır.

Kelebekler buralardan çıkıp festivalleri dolaşan, yurtdışında ödül potasına giren filmlere pek benzemiyor. Repliklerinden de, fragmanından da, tanıtım kampanyasının dilinden de hemen seziliyor bu; kafalardaki o “ciddi”, “meselesi olan” film kalıplarına uymaya talip değil Kelebekler. Afişindeki sentaks bozumu filmin tonunun bir özetini sunuyor: “Garip bir aile komedisi, bir garip aile komedisi, komedisi bir garip aile”… Tekrarın yarattığı bu tuhaf mizah filmin en iyi esprilerinde de mevcut. Ama Kelebekler’de asıl mevzu mizahtan ziyade, filmdeki o garip aileyle ne yapmamız gerektiğiyle ilgili. Zira öykünün temelini oluşturan üç kardeşin her biri fezadan, üstelik farklı gezegenlerden fırlatılmış gibi duruyor. Dahası, tek dertleri de, bütün bu saçmalığın sona erip o gezegene geri dönecekleri günün gelmesi sanki.

Üçü, en büyüklerine gelen bir telefonla, babalarının sesinin peşinde, yıllar önce ayrılmış yollarını zorlaya zorlaya birleştirmeye çalışıyorlar. Çocukken büyük bir travma yaşayarak terk ettikleri köye doğru yolculuğa çıkıyorlar. Vardıklarında sesin sahibiyle değil, babalarının kefeniyle karşılaşıyorlar. Köyde bir yama gibi durdukları yetmiyormuş gibi, bir de aile gibi durmanın ne demek olduğunu anlamaya çalışıyorlar, sanki dünyalıları kardeş olduklarına inandırmaları gerek, gizli bir görev için gelmişler. Aile olma görevi başarılı olmuyor ama bir kazanım var; fezaya fırlatılan roketin düşüp, sonraki fırlatmalar için mühim bir noktayı öğretmesi gibi.

Beraber içlenebilmek için rakı alıp Nazan Öncel’i beraber söylemeye kalkıyorlar. Onların köydeki hâllerinin duygusunu veren bir sahne: Hem eğreti hem de bir şekilde karakterlerin saçma hâline sizi yaklaştırabiliyor. ‘Gidelim Buralardan’ı söylüyorlar haykıra haykıra: “Beni geçirmeye kardeşim gelmesin…” En azından göçüp gitme arzusunda ortaklaşabiliyorlar. İstikâmet meçhul… Üç kardeşin ortak bir acıyı, küçüklüklerinde yaşadıkları ortak bir travmayı hayatları boyunca gittikleri her yere götürdüklerine inanabiliriz aslında. Her hâllerine sinmiş bu, bedenlerin üzerinde asılı duruyor. Ama o travmanın kaynağı bu köydeki bir intihar mı, bu köyde yaşayan anne neden bir göçüp gitme arzusuyla sarmalanmış, kendine bir kelebek kadar ömür biçmiş? Yoksa annenin anneliği önemli değil mi? Köyün köylüğünü de çok takmamak gerek belki de? Annenin çocuklara aktardığı ‘Kelebekler’ masalı hepimize, en azından meçhule doğru göçüp gitme dürtüsüyle sık sık yoklananlara mı sesleniyor? Anne, kendini astığı ilmiğin yanına bir ilmik daha takmıştı, o ilmik kimin boynuna göre? O ilmiğin o köyle bağı ne?

İnatla hafif olmaya çalışan, kendini bir komedi filminin yapısına sokmaya çalışan Kelebekler’in bodoslama dalıp boğulduğu sular bunlar. Tam olarak bu boğulma hâli filmi ilginç kılıyor. Basit bir uyumsuz kardeşler filmi, komik bir indie yol filmi şablonunun içine, ısrarla kovalanan tuhaf anların arasına sinmiş bir ölüm fikriyle harcını buluyor film. Kara mizahın harcının temel öğesi bu ölümle dans; köyde muhtarla, evrenin enginliğinde kara deliklerden birinin içinde inancını yitirmiş imamla, patlayan tavuklarla, ne yapacağını bilmeyen bir dolu insanla çağcıl bir Danse macabre

HAFİFLİĞİMİZLE BATARIZ
Ölüm fikriyle bunca haşır neşir olmak hiçbir zaman kolay iş değil. Hafiflik ağırlık dengesi Kelebekler’de bir şekilde yolunu buluyor. Tuhaf komik anların hemen sonrasında hüzünlü bir aile hikâyesine geçelim basitliği değil bu bana sorarsanız. Öyle bir denge tutturmaya çalışıyorsa da ‘beceremiyor’ Kelebekler. Saçma’nın, absürd’ün dibine doğru daldıkça hafifleyeceğini zanneden ama dünya hâline battıkça batan bir film bu. Absürdlüğün dozu arttıkça, filmi taşıyan üç karakter de atıl, konforlu, yavan bir hâlden yavaşça sıyrılıp özyıkım duygularıyla dolu, şiddetli bir melankoliye kapılıyor. Üstelik oradan da bir yere varamıyor. Dünyanın saçmalığıyla yüzleştikleriyle kalıyorlar. Kelebekler de, sıradan bir sorunlu aile anlatısından, köye dönüş filmlerinin –Amerikan bağımsız sineması soslu– parodisinden çıkıyor, sürekli bir dünyadan kaçma, yok olma arzusuyla uğraşan bir filme dönüşüyor. Karakterler gibi film de bir yere varamıyor, bir yere varamamak filmin tavrının kendisi hâline geliyor. Tolga Karaçelik’in Ayşe Arman’a verdiği röportajın başlığındaki gibi “Çok da şey etmemek lazım”…

Bazen, karakterler rollerinden sıyrılıp, bir neslin (belki de birden fazla neslin) temsilcisi hâline geliyorlar. Bütün öyküyü boş verip karakterlerin jestlerinin, repliklerinin ima ettiği ruh hâlini takip etsek, Kelebekler’i üç kişinin, belli bir zamanda, belli bir semtte yaşayan şehirli üç kişinin (üç kardeşin bile değil) bu dünyadan kaçıp gitme, ya fezaya ya ölüme sığınma arzusu üzerine kurulu, hayatı ciddiye almama gerekliliğini kendine sürekli hatırlatmak zorunda hisseden bir film olarak görebiliriz. Tolga Karaçelik’in pek çok söyleşisinde Bartu Küçükçağlayan’dan alıntılayarak vurguladığı “ilk defa bizim nesilden birisi film çekmiş gibi hissettim” ifadesi de belki böyle bir sezinin ifadesi.

Pek çoklarınca bir hafifletme hamlesi, bir komik ters köşe olarak senaryoya eklenmiş gibi duran final sahnesi aslında bu filmin tek olası finali. “Çok da şey etmemek lazım” diyor film hakikaten de, ölüp gideriz en kötü, diyor. Kelebeklerden uzun yaşıyoruz ve bu iyi bir şey mi bilmiyoruz bile. Arada bir dolu saçmalığa tahammül etmek var. Yemlerin arasına karışan barutu yediği için patlayan tavuklar var. Kurmacadan daha saçma anlarla dolu hayat. Sonra bu saçmalıklarla baş edebileceği inancını yeniden kazanan bizler varız. Aralarda, hava falan iyi olduğunda, çocukluğumuzdaki gibi, duyduğumuz bir masala inanmak istiyoruz, kadim bir ağacın altına kadar gidip o masalın peşini bırakmıyoruz, inatçıyız. Orada yaşlı bir bilgeyle karşılaşırsak inancımız daha da artıyor. O yaşlı bilge her şeyi gülünç kılacak iki kelam edene kadar biraz daha süremiz var. O süre de işte kelebeklerin yaşamı kadar bir şey. Kelebekler kadar şanslı olsaydık, masalın sonu gelip de kel gözükmeden öte tarafa göçebilirdik. Bir dolu kelebekle birlikte, zamanın geçip gidişini aynı anda kavrayıp, aynı kadrajın içine sığışarak arkada mükemmel bir an bile bırakabilirdik.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.