Şu An Okunan
Hitler’e Suikast: Ihlamurlar Kadar Alman

Hitler’e Suikast: Ihlamurlar Kadar Alman

Çöküş (Der Untergang, 2004) ile tanıdığımız Oliver Hirschbiegel, Hitler’e başarısız bir suikast düzenleyen George Elser’in öyküsünü anlatırken, sıradan bir Almanın yaşanan felaketleri önleyebileceğine, tarihin farklı yazılmış olabileceğine dair inanç taşıyor.

Hegel’in tarih felsefesini kabaca özetleyen ve epey kafa karıştıran bir ifade vardır: Gerçek olan rasyonel, rasyonel olan gerçektir. Hegel’in inandığı gibi, tarih eğer mutlak tinin kendini gerçekleştirmesiyse başka türlüsü de düşünülemez. Tarihe, karanlık Ortaçağ’ın, Fransız Devrimi’nin ve Napolyon’un hemen sonrasından bakan Hegel’in kendi payına görülmesi gereken irrasyonellikleri görmüş olduğunu düşünebilir, gerçeğin rasyonel olduğuna duyulan bu güveni yine de garipseyebiliriz. Ama hem Almanlar hem de dünyanın geri kalanı için rasyonele olan güvenin tümden delik deşik olması İkinci Dünya Savaşı dolaylarına rastlar. Biraz daha dikkatli ifade edersek rasyonel olana yönelik güvenin Almanlar açısından yitimi daha öncesinde başlar, Hitler’in iktidara gelmesinde kendini gösterir. Hitler’in Avrupa’yı işgal edecek güce kavuşmuş olması ise dünyanın geri kalanında tarih ve rasyonellik arasındaki krizin en fazla derinleştiği dönüm noktasına karşılık gelir. Olaylar arasında nedensellik ilişkileri de vardır: Akla olan güven yitirilir, Hitler iktidara gelir, akla olan güven tümden yitirilir.

Aklı ve Tanrı’yı1 mezara göndermedeki başarısı, Hitler’in Nietzsche’yi mezarında döndürecek cinsten bir Nietzscheci olduğunu düşündürür sahiden. Hitler’in bıraktığı en büyük miras belki de Hegel’in tinin rasyonel yolculuğuna duyduğu güven kadar “her işte bir hayır vardır” diyen sokak bilgeliğinde kendini gösteren, göremediğimiz bir büyük plana duyulan inancın yıkılışı oldu. Yerini biraz patolojik bir onarma mekanizması olarak tesadüflere duyulan ilgi aldı. Olayların tekilliğini kutsayışıyla yine biraz Nietzscheci olan, bir “başka türlü olabilirdicilik.”

Çöküş ile uluslararası bir başarı yakalayan Oliver Hirschbiegel’i başarısız iki Hollywood yapımından sonra güvenli sulara çeken Hitler’e Suikast, kaynağını bu onarma mekanizmasından alan filmlerin sonuncusu. Sinemadaki örnekleri içinde ise en ağırbaşlı olanı. “Başka türlü olabilirdi” diyen bir ânın izini sürüyor. “İkinci Dünya Savaşı başlamadan bitebilir ve hem cephede hem de NSPD’nin soykırım mekanizmalarında can veren milyonlarca insan ölmemiş olabilirdi.” Eğer hava sisli olmasaydı, Hitler Münih’teki toplantıyı erken terk etmek zorunda kalmasaydı ve kendi halinde bir saat tamircisi olan Georg Elser’in yaptığı bomba 13 dakika ile Hitler’i ıskalamasaydı.

Georg Elser’in suikast girişimi yirmiden fazla girişim arasında en çok bilinenlerden değil; doğduğu kentte bir sokağa adı verilmiş, adına bastırılan bir pul var ancak bir “ulusal kahraman” olarak yeterince popüler değil… Hirschbiegel birkaç söyleşisinde amacının Elser’e hak ettiği tanınırlığı kazandırmak olduğunu söylüyor. Gerçekten de, Elser’in hikâyesi hiçbir zaman büyük bütçeli bir Hollywood prodüksiyonuna ilham veren Claus von Stauffenberg’in suikast girişimi kadar bilinir olmadı. Operasyon Valkyrie’de Tom Cruise tarafından canlandırılan von Stauffenberg yüksek rütbeli bir SS subayıydı, yüksek rütbeli subaylardan ve siyasi elitten oluşan bir ekibin planladığı da temelde bir darbe girişimiydi. Elser ise Württembergli sıradan bir köylüdür. Komünistlere sempati duysa da örgütlü bir komünist değildir, ulusal ya da uluslararası bir oluşumun parçası da değildir. Katolik bir ailenin kiliseye giden çocuğu, inançlı bir pasifist, basit bir derdi olan basit bir adamdır: Herhangi biri, herhangi bir Alman.

Hitler’e Suikast’ı Çöküş’le birleştiren, her iki filmde de klostrofobik mekânın ve burada sıkışmış insanların başarıyla tasvir ediliyor oluşundan fazlası. Hirschbiegel, sözgelimi Operasyon Valkyrie’den farklı olarak, başarısızlık hikâyelerine hep sondan başlıyor: Çöküş, filme adını veren çöküş sürecinin nihayete erdiği ve en kesin olduğu anla, yenilginin Hitler’in karargâhına ulaşmasından sonra geçen birkaç günle ilgileniyor. Hitler’e Suikast’ta ise Elser filmin başında yakalanıyor, geri kalan zaman sorgu süreciyle ve bu süreci bölen geri dönüşlerle geçiyor. Hirschbiegel’in filmlerinin ne kadar “Alman” olduğunu görmek için, onları, Almanya’nın yenildiğini lise tarih kitaplarından bilen seyircinin “ne olacak?” merakını finale kadar canlı tutan Valkyrie (Valkyrie, 2008), ile kıyaslayabiliriz. Valkyrie’nin suikast ekibi durmadan Alman halkının çıkarları ile Hitler’in çıkarları arasında bir ayrım yaptıklarını vurgulasalar da, von Stauffenberg’in son sözleri “Kutsal Almanya çok yaşasın!” olsa da film, Tom Cruise’un filmin başında konuştuğu Almanca ne kadar Almansa ancak o kadar Alman. Bunun nedeni ise estetik ya da ideolojik olmaktan önce duygusal.

Bir Duygu Olarak Kaybediş
Hitler’e Suikast, filmin gövdesini oluşturan sorgu sahnelerinden kahramanın motivasyonuna ışık tutan geri dönüşlere, Elser’in mırıldandığı bir halk şarkısıyla geçer: “Bu zamanda daha güzel toprak yok / bizim bu geniş toprağımızdan. Akşam vakti ıhlamurlar altında / buluştuğumuz bu topraktan.”

Aynı şarkı Çöküş’te son saatlerini geçiren Hitler’in karargâhında Goebbels’in çocukları tarafından söylenir. Bağlamı bilmeden Çöküş’ü izleyen bir seyirci, Hitler’i ‘kaybetmiş’ bir kahraman olarak görebilirdi… Bruno Ganz’ın hayat verdiği Hitler’in yenilgisi eklemlerine sinmiştir ve dünyayı karıştıran eli kanlı bir diktatörden çok güneş görmeyen bir bodruma konuşlanmış bir tarikatın yarım akıllı ancak iyi kalpli liderine benzer. Bu tarikatın dış dünyadan çok kendine zarar verdiğini hissederiz. Bu anlamda Hirschbiegel’in geri dönüşlerde Hitler zamanında UFA’nın ‘Heimat’ filmlerinin öncüsü olan bir estetiği ödünç alması gibi, romantik bir Alman toprağı, Alman köylüsü imgesi yaratması tesadüf değildir. Hirschbiegel’in çatışmalarında kazanan yoktur, bir halkın deliliğe yürüyüşünü ve bu delilikten doğan çatışmanın tüm taraflarının önlenemez şekilde kaybedişini izleriz. Bu kaybediş bir olaydan çok bir duygudur, iki filme de her şeyden önce bu duygu hâkim olur.

Hitler’e Suikast, yönetmenin yapmak istediği şeyde, Elser’i bir kahraman olarak tanıtmada yeterince başarılı olamıyorsa bunun sebebi bireyle toplum, kahramanla uğruna kendini feda ettiği halk arasındaki ilişki üzerine yeterince gitmiyor oluşu olabilir. Georg Elser sorgu sırasında, Burghart Klaussner’in baştan sona “aslında iyi bir adam” ifadesiyle canlandırdığı Arthur Nebe’ye, daha önce bir yürüyüşe bile katılmamışken böyle büyük bir eyleme tek başına nasıl kalkıştığını açıkladığı diyalog şöyle noktalanır:

–Çünkü ben özgür bir insanım.

–Bu ne demek?

–Doğru olan şeyi yapmam gerekir. İnsan özgür olmazsa her şey ölür.

Elser’i dinleyen Nebe’nin o sırada aklından geçenleri bilmiyoruz, ancak beş yıl sonra, von Stauffenberg’le birlikte daha kapsamlı, daha organize bir şekilde “doğru olan şeyi” yapmaya çalıştığını ve Elser’in idamına yakın bir zamanda, savaş bitmeden kısa süre önce idam edildiğini öğreniyoruz. Bu iki bireyi birleştiren bir şey hem vardır hem yoktur. Bir yandan temelini özgürlüklerinden alan evrensel bir yasayla hareket ederler, diğer yandan “Alman olmaya” devam ederler.

Başka Türlü Olabilir Miydi?
Hitler’e Suikast, yenilginin kesinliği ve hangi tarafta olursa olsun tüm Almanları bugün hâlâ etkiliyor oluşu konusunda ne kadar kötümserse, “başka türlü olabilirdi” derken o kadar samimi ve iyimserdir: Sıradan bir insan, ama ıhlamur ağaçları kadar Alman olan bir adam her şeyi değiştirebilirdi. Elser, komünistlerle mesafesini koruyor olmasından, ailesini derleyip toplama çabasına, pek çok muhafazakâr ayrıntıyla çizilir. Bireyliğinden aldığı güçle kendini feda etmeye kalktığındaysa, ne olup bittiğini anlamayan sevgilisinden derhal vazgeçmesi gerekir çünkü Elser kadar Alman olmak biraz da erkek olmayı gerektirir. Kadınlık bir tür ayakbağı olmaktan öte bir anlam ifade etmez…

İnsanın aklına ister istemez Tarantino’nun akılla ipleri tümden koparan Soysuzlar Çetesi (Inglourious Basterds, 2009) ve onun anti-Elser kahramanı geliyor. “Başka türlü olabilirdi” diyen çok film gördük, daha da göreceğimizi sanıyorum. Hitler’i Elser gibi kahraman Almanlar durdurabilirdi; Amen’in (2002) genç papazını dinleseydi Papa durdurabilirdi; Amerika’daki Yahudi lobisi, Churchill, Stalin, daha niceleri daha önce durdurabilirdi. Genç Hitler’e (Max, 2002) bakılırsa, iyi kalpli akıl hocası Max Rothman o randevuya yetişebilse, Hitler zaten ünlü bir ressam olmuş olabilirdi. Tarantino’ya dönelim, paralel bir evrende, Yahudi ve kadın bir anti-Elser olan Shosanna Dreyfus Hitler’i zaten durdurmuş olabilir.

Ancak başka türlü olmadı. Savaş 1945’te bittiğinde 60 milyondan fazla insanın ölümüne ve tüm dünyayı hâlâ etkileyen bir anlam krizine neden olmuştu. Belki de akla olan inancı yeniden inşa etmenin başka bir yolunu bulmalı ya da tarihin irrasyonel karanlığıyla baş etmeyi öğrenmeliyiz.

Not
1 İkisini farklı şekillerde öldürür Hitler: Tanrı’yı hem doğrudan hedef alır, hem de arkasında bıraktığı dünyada pek çok insan için bunca zalimliğe “izin veren” bir Tanrı’ya inanma kapıları kapanmış olur. Akla olan inanç ise Aydınlanma’nın girdiği krizle telafisi güç bir sarsıntıya uğrar: Bunca mühendis gaz odaları inşa etmiş, kimyacılar daha efektif olarak öldüren hammadde için çalışmış ve modern tıp Josef Mengele’ye ulaşmışsa akla güvenmeye nasıl devam edeceğiz?

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.