Şu An Okunan
Belgeselciler Filmlerini Anlatıyor

Belgeselciler Filmlerini Anlatıyor

Bakur (Kuzey) belgeselinin gösteriminin 34. İstanbul Film Festivali’nde engellenmesinin ardından Ulusal Belgesel Yarışması’nda yer alan 12 yapımın eser sahipleri filmlerini festivalden çekti. Bu belgesellerin yönetmenleri Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın sansürü olmasa festivalde seyirciyle buluşacak olan filmlerini, Nisan sayımızda anlatmışlardı. 

 

Maria Binder (Trans* But – Fragments of Identity)

Bu filmle ilgili ilk fikirler, pek çok trans* (bu sözcüğü, konvansiyonel erkek ve kadın mefhumlarına uymayan her türlü kimliğe alan açmak amacıyla * işaretiyle kullanıyorum) kadının kısa portreleri üzerinde çalıştığım dönemde ortaya çıktı. Trans*ların hayatıyla ilgili, farklı karakterleri çok kısaca yansıtan tekil minyatürler hazırlıyordum. Uzun metraj fikri yoktu aklımda, internete uygun bir format geliştirmeye çalışıyordum. Fakat bu portrelere toplu hâlde baktığımda farklı bir şeyi görünür kıldıklarını fark ettim: Trans*ların yaşamlarına ve ölümlerine yönelik farklı bakış açılarını, nefret suçlarının her bireyi nasıl farklı etkilediğini, her birinin bununla başa çıkma yöntemlerini ortaya koyuyorlardı.

Trans*But
Trans*But

İnsan hakları aktivisti İpek Kırancı’yla (Ebru) ve İstanbul LGBTT örgütüyle birlikte uzun yıllardır nefret suçlarına karşı bir insan hakları ve LGBTİK mücadelesi veriyorum. Çok platformlu Trans X Türkiye gibi çeşitli projeleri yaratıp hayata geçirdik. Bu çalışma sırasında çok sayıda tanıklığın görüntülü kaydını aldık. Hukuki süreçlere ve eylemlere eşlik ettik. Komşuları ya da polis tarafından evlerinden hatta mahallelerinden atılmış pek çok trans* kadınla tanıştık, aralarında arkadaşlarımızın da yer aldığı pek çok kadının ölümlerine tanık olduk. Mahkeme katilin yaptığı, trans* kadının ‘ağır tahriki’ olduğu yönündeki savunmayı genellikle kabul ediyor, sırf kurbanlar trans* kadınlar olduğu için katillere hoşgörüyle yaklaşıp düşük cezalar veriyordu. İlginçtir, şiddet uygulayanlar mağdura, katiller kurbana, kurbanlar da suçluya dönüştürülüyordu. Bu savunma patriyarkanın hâkim olduğu her kültürde, cinsel taciz ve tecavüz vakalarında çok yaygındır. En temel yaşam hakkınızın bile korunmadığı böylesi bir adaletsizlik karşısında çaresizliğe ya da umutsuzluğa kapılmamak mümkün mü? Bu durumla nasıl başa çıkarsınız? Nasıl direnirsiniz?
Kısa filmleri çekerken röportajları Ebru yapıyordu. Konuştuğumuz insanların kendini yakın hissettiği ve güvendiği kişi oydu. Filmde kahramanlara bu kadar yakın hissedebilmemiz onun sayesindedir. Bu yüzden onu izleyiciyi filmin içine çeken kuvvet olarak tasarladım. Filmin konseptini ve estetik yaklaşımını belirlerken malzemelerin yıllar boyunca toplanışından ilham aldım. Araştırmalarımız boyunca yıllara yayılan bir süreçte aldığım notları, karalamalarımı düşündüm. Bu toplama sürecini Walter Benjamin’inki gibi bir koruma, kurtarma çalışması olarak, tekil portrelerle Michel Foucault, Nazım Hikmet ve Zeki Müren’in metinlerinden ilhamla yazdığım notlar arasındaki bağlantı olarak gördüm. Geriye ne kaldı? Trans*ların yaşamları ve ölümleri hakkındaki bu hikâyeyi fragmanlar hâlinde anlatmak bana bu hikâyeyi anlatmanın en doğal yöntemi gibi geliyor.

Gürkan Hacır (Haziran Yangını)

Haziran Yangını
Haziran Yangını

Gezi olayları ülkemizdeki duyarlı ve tutarlı tüm insanlar beni de derinden etkilemişti. Milyonlarca direnişçi gibi ben de Gezi eylemlerine katılmıştım. Dünya tarihinde eşine pek az rastlanabilecek bu büyük direnişin filminin yapılması gerektiğini düşündüm. Ama Gezi’nin Ankara ayağında yaşanan bir silahlı saldırı ilgimi Ankara’ya yöneltmeme yol açtı. Ethem Sarısülük isimli genç bir direnişçi polis kurşunuyla yaralanmıştı. Bu, gezi olaylarında polisin kullandığı gerçek mermiden kaynaklanan ilk yaralanmaydı. Ölümle sonuçlanan bu saldırıdan sonra hukuk sürecinde yaşananlar en az cinayetin kendisi kadar vahimdi.
Malum ele aldığımız konu oldukça sert ve üzücü. Görsel estetiği pek önceleyebilecek durumda değildik. Buna karşın film boyunca küçük nefes aralıkları vermeye çalıştık. Ankara’nın meşhur Kuğulu Park’ı bize imkânı tanıdı. Anlatıcı kullanmadık ve isim yazmaktan uzak durduk. Filmin kendi kendisini anlatmasına gayret ettik.
Haziran Yangını’na dair söylenecek çok şey yok çünkü milyonlarca genç yurdun dört bir yanında söylenecek her şeyi söyledi. Bize tanıklık yapmak kaldı. Onu da becermiş miyiz, izleyici karar verecek. Ancak filmin yapımı sırasında gördüğümüz dayanışma ve destek tam da Gezi ruhuna uygundu.

Gürcan Keltek (Koloni)

Koloni
Koloni

Birkaç yıl önce görüntü yönetmeni Murat Tuncel ve bu filmdeki yapımcı arkadaşım Aziz Mullaaziz’le birlikte Kıbrıs Rum Kesimi’ne Yunanistan üzerinden gittik birkaç kez. Bir coğrafyanın tarihinin ve hafızasının o coğrafyada yaşayan insanlar üzerindeki etkisi üzerine bir film yapmak istiyordum. Tampon Bölge’yi ilk gördüğümde adanın doğru yer olduğuna karar verdim. Plansız programsız çekmeye başladık. Bu süreçte Otonom Kayıp Şahıslar Komitesi’nin kazı alanlarına girme izni de kopardık, Türk Kesimi’ne de birçok kere gidip geldik. Eve dönünce çektiğim eski HD kasetleri bir kutuyla depoya kaldırdım. Birkaç yıl sonra komitenin kazı raporları ve rakamları çıkmaya başladığı sıralarda filmin montajına başladık.
Koloni’de ahkâm kesmeme, seyirciyi söze ve bilgiye boğmama kararı aldım. O yüzden röportajların neredeyse tamamını çöpe attım. Boşaltılmış köylerin Avrupa Birliği desteğiyle restore edildiğini ya da kazı alanlarının çoğunun kapatılmış olduğunu düşünürsek bu tanıklığın belge niteliği de var tabii ama bu kendiliğinden oluştu diyebilirim. Bu benim tanıklığım. O dönemki kendimin, insanlarla ve manzarayla beni çevreleyen hâletiruhiyenin filmi.

Mete Gümürhan (Genç Pehlivanlar)

Genç Pehlivanlar
Genç Pehlivanlar

Genç Pehlivanlar’ı yapmaya 2013’ün Aralık ayının ortalarında, Sinema Genel Müdürlüğü Ocak ayı için başvuru çağrısı yaptığında karar verdik. Daha önce, 2010’da Hollanda’da Willem Baptist’in Ik Ben Echt Niet Bang! (Ben Hiçbir Zaman Korkmam) adlı kısa gençlik belgeselinin yapımcılığını üstlenmiştim. Pek çok festival dolaşan ve ödüller alan o filmdeki hâletiruhiyenin de etkisiyle büyüme hikâyesi, günümüz gençliğinin karşı karşıya kaldığı meseleler, spor, kimlik ve elbette gençlik gibi kavramlar etrafında dolaşan Genç Pehlivanlar doğdu. Bu konularla ilgilenmemin temel nedeni günümüz Türkiye’sinde büyüyen gençlerin, ergenliğin alışılageldik zorluklarıyla boğuşurken gelenekle modernite arasındaki çatışmadan nasıl etkilendiklerini merak etmemdi.
Filmdeki çekimlerin, kesmelerin, yapının ve ritmin yarısı kurmaca bir filmdeki gibi önceden planlanmıştı, yarısı da gerçekçilik kaygısıyla, karşımıza çıkabilecek her türlü gelişmeye uyabilmek adına esnek tutuldu. Uzun uzun anlatmaya gerek yok ama ön hazırlık aşamasında, çekimler sırasında ve post prodüksiyonda hayal edilebilecek her türlü sorunla karşılaştık. Bu bağlamda yapımcılarıma sabırları ve ortaya koydukları çözümler için müteşekkirim.

Ömer Leventoğlu, İhsan Kaçar (Berroj)

Berroj
Berroj

Kobani’de savaş başlayınca dünyanın tüm dikkati oraya çevrildi. IŞİD saldırısıyla birlikte, dokunduğumuz her nesnenin birden fazla ‘en trajik hikâye’siyle karşılaştık. Eski bir savaşçının bir tepeden her gün Kobani’deki savaşı ve direnişi seyrettiğini gördük. Yaşananların sinema perdesine taşınmasının gerektiğine karar verdik ve Kobani’ye gittik.
Ahmedo Remo’nun hayat hikâyesinin her hücresinde otuz yıldır taşıdığı bir trajedi var. Eski bir savaşçı olan Ahmed Remo’nun hislerini, savaşın devam ettiği Kobani’nin içine taşıdık. Savaştan muaf, iki ayağını kaybetmiş bir eski savaşçının, yaşadığı Kobani’ye yönelik vahşi bir saldırı karşısında nasıl bir iç muhasebe yaptığını merak ettik. Kobanili Ahmedo Remo’nun otuz yıllık hikâyesini takip ettik ve Kobani’deki ışid saldırısına kadar irdeledik, savaş sonrasına kadar duygularına odaklandık.
Belgeselin estetiğinde, sahici hikâyenin bozulmamasına, gerçekliğinden uzaklaşmamaya dikkat ettik. Yaşanan her şey o kadar sahiciydi ve sahici ki! Belgeselimizin aktörü Kobanili Ahmed Remo her şeyi her an, her dakika yaşamaktaydı. Eski bir savaşçının topraklarında yaşanan bir savaşın geçişlerine ve bütünlüğüne dikkat ettik.
Savaş belgeseli çekmek zor çünkü savaşın ortasında çalışıyorsun, tamamen o âna odaklanıyorsun. Kurmaca çalışamıyorsun. Bunun dışında, sinema sektörü maliyetli bir iş eğer hazırda bir bütçen yoksa insan bayağı zorlanır. Nitekim biz de oldukça zorlandık. Fakat bu tür hikâyelerin de bir şekilde arşivlenmesi ve başka başka izleyiciye taşınması gerekir.

Bingöl Elmas (Komşu Komşu! Huuu!)

Komşu! Komşu! Huu!
Komşu! Komşu! Huu!

TRT Belgesel kanalı için, büyük şehirlerdeki yaşamlarını geride bırakıp köylere yerleşmeye ve doğayla yeniden ilişki kurmaya başlayanların hikâyelerini anlatan bir belgesel dizisi yaptım. Bu yapım boyunca, kenti sorguladım, kentlilik biçimlerine itiraz geliştirmeye çalıştım. Ama 13 bölüm uğraştığım hâlde kentle olan derdimin bitmediğini fark ettim. Komşu Komşu! Huuu! filmini yaptık böylece.
Kentlerle çok kaotik ve şiddet içeren bir ilişkimiz olduğunu düşünüyorum. Her türlü hâline rağmen vazgeçemediğimiz, öğrenilmiş çaresizliklerle dolu bir ilişki. Yetmiyormuş gibi bir de kendimizi kentsel dönüşüm diye bir kâbusun ortasında bulduk. Betondan tarlaları, hoyratça yıkımları, yerinden yurdundan edilmeleriyle, ranta, piyasa koşullarına teslim olma anlamına gelen, dönüşüm denilen bir kâbus. Bu “dönüşümle”, eskiye ait olan ne varsa yok ediliyor, yaşam alanları tarumar ediliyor ve mahalle yaşamı, yerini “yüksek güvenlikli, çok konforlu” site yaşamına bırakıyor. Zenginlikle yoksulluk da bir anda komşu haline geliyor ve artık birbirini görmezden gelemeyecek kadar dip dibe düşüveriyor. İşte Feriköy’e gittiğimde bu komşuluğa denk geldim. Bu komşuluk, tabii ironik, o kadar bünyeye zarar çelişkiler barındırıyor ki, bunlardan bahsetmemek, durumu bir de filme alarak düşünmeye, görmeye çalışmamak mümkün değildi. Bir yandan ateşte yemek yapan bir komşu, öbür yandan Wingsuit (özel kanatlı bir elbise) ile uçan bir komşunun hikâyesi doğal olarak bir filmdi.
Filmin ana karakteri tek katlı pembe bir ev. Dolayısıyla biz tüm olan biteni onun sesinden dinliyoruz. Belgesel filmde üst ses kullanımına kendimi çok yakın hissetmiyorum ama bu filmdeki evin sesi zaten kendi başına bir diyalog hâlindeydi, bir çeşit huysuzluktu, itirazların dışavurumuydu. Kentsel dönüşümü kaçınılmaz bir son olarak bekleyen diğer komşuların aksine, ses çıkarandı.
Filmin yaklaşımını belirlerken çok özenli olmalıydık, çünkü ucunu kaçırdığımızda nostaljiye kapılıp gerçekten bir şey demeden, sadece söylenirken bulabilirdik kendimizi ya da yoksulluk güzellemesi yapabilirdik. Ya da filmdeki daha varlıklı karakterleri sistemin tüm günahlarının faili olarak işaretleyebilirdik. Özcesi konumuza, karakterlerimize karşı dengeli bir anlatı kurmalıydık.
Yapım süreci bir yıllık zaman dilimini kapsıyor. Mahalledeki karakterlerle buluşmamız bir selamla mümkün oldu ancak rezidans ve sitedeki karakterlere ulaşabilmek için çok ciddi uğraşlar verdik. Site, rezidans güvenlikleri ya da yöneticilerini aşmak hiç kolay olmadı.

Metin Kaya (Soluk)

Soluk
Soluk

Zonguldak’ta maden işçisi dostum Alaaddin Kara’nın fotoğraf sergisini gezerken gördüğüm bir kareyle başladı her şey. Resimdeki maden ocaklarında çalıştırılan bir “maden katırı” idi ve bu yüzyılda üretimin bu koşullarda sürdüğüne inanmak güçtü, yolculuk böylece başladı. Hikâyenin beni götürdüğü yolu hiç bozmadım, çok farklı mekân ve karakterlere çıktı yolumuz. Daha önce çektiğim 100 Bin Kişiydiler ve Derin Çığlık/263 belgeselleri Zonguldak’ta yaşanan olaylarla ilgiliydi, ancak bu şehirde yaşayan biri olarak bu gördüklerimin karşısında, tanıklığım beni bu filmi yapmaya itti.
Daha önce iki ‘sözlü tarih belgeseli’ çekmiş birisi olarak söylüyorum; tüm derdim ve inancım fotoğraftan gelen birisi olarak filmin bütününü sadece kameramla anlatmak, müzik dahi kullanmadan kendi doğal diyalog ve sesleriyle. İki yıl sürdü çekimlerim. Bir diğer yöntem hepimizin bildiği ve yaptığı gibi klasik belgesel yöntemiyle çekmek. Ben belgesel SİNEMA’ya doğru yürümeye çalışan biri olarak ilk yöntemi seçtim.

Zekeriya Aydoğan (Çırılçıplak/Şilfîtazî)

Çırılçıplak/Şilfitazi
Çırılçıplak/Şilfitazi

Filmi yapmaya üç yıl önce karar verdim. Çocukluğumdan beri annemin sahip olduğu iki mesleği beni çok etkilemişti. Bu filmle belki de çocukluk dünyama bir dönüş yapmış oldum. Bir kadının doğum sancıları başlayınca bir grup kadın, annemi almak için kapımıza gelirdi. Çoğu zaman gece geç saatlerde olurdu bu nedense. Ertesi gün, görevini yapıp yorgun argın eve döndüğünde, yüzündeki coşkuyu çok iyi hatırlıyorum. Yıllarca bu mesleği yapmasına rağmen yüzündeki o ifade hiç silinmedi. Bizim için mahrem bir alandı, o bir şey anlatmazsa biz hiçbir şey soramazdık. Ben de yüzündeki ifadeden doğumun nasıl geçtiğini tahmin etmeye çalışırdım.
Beni bu filmi yapmaya iten en güçlü sebep yıllar geçse de annemin yaptığı işe hiç yabancılaşmamasıydı. Yıllar sonra ölü yıkamaya başladığında her zamanki alışkanlığımla yüzünde bir ifade aradığımda, birbirinden farklı duyguların izlerini gördüm. Filmin estetik yapısını da bu duygular üzerine kurdum. Annem nasıl ki mesleğine yabancılaşmadıysa kameranın da karaktere, konuya, mekâna ve zamana yabancılaşmamasına çalıştım.
Montaj aşamasında beni en çok zorlayan nokta, konunun çok öznel olması, annemle ilgili olması ve bilinçaltıma yerleşen mahremiyet duygusuydu. Yapım sürecinde, annemin yaşlı olması hareket alanımızı daraltıyordu. Ben mekânı daha etkili kullanmak istiyordum ancak bu pek mümkün olmadı. Kameraya çok yabancıydı annem, kamerayı özümsemesi biraz zaman aldı. Ancak biz de hazırlıklıydık. Dokuz günlük çekim takvimine uyarak çekimleri zamanında bitirdik.

Yusuf Kenan Beysülen (Gavur Mahallesi)

Gavur Mahallesi
Gavur Mahallesi

Mıgırdiç Margosyan ile karşılaşmam ‘Gavur Mahallesi’ kitabıyla oldu. Margosyan, ‘Gavur Mahallesi’nde ve diğer eserlerinde 1940’lı ve 50’li yılların Diyarbakır’ını anlatıyordu. Durağan olmayan, onun peşinden İstanbul’a kadar gelen bir Diyarbakır’dı anlatılan. Okuduğunuzda hâlâ sıcak nefesini hissettiğiniz bir hayattan bahsediyordu. Benim kuşağımın bilmediği, tanıklık da edemeyeceği bir hayatı şiirsel ve ironik bir anlatımla belgelemişti. Bugün Türkiye’nin hiçbir yerinde göremeyeceğimiz bir etnik, dinsel ve kültürel çeşitliliğin yoğunlaştığı bir kenti anlatıyordu. Farklı dilden, dinden insanların mahallede, sokakta, çarşıda, pazarda, okulda bir arada olduğu; farklılıklarıyla zengin bir kentten bahsediyordu. Bir dönemin sosyal hayatının, yok olan bir kültürün tanığıydı. Öteki olmanın zorluklarını da gözümüzün önünden geçiriyordu. Tehcirin kuşakları etkileyen travmalarından, yerinden edilmelerden ve göçten bahsediyordu. Margosyan acılarıyla, sevinçleriyle, hayat tarzıyla kendinden önceki kuşakları ve kendi kuşağını günümüze, hatta gelecek kuşaklara bağlayan bir halka. Bunu görsel alana taşımak, bir yönüyle de belgelemek istedim. 2011 yılında Margosyan ile çıktığımız bu yolculuğu 2015’te bitirdik.
İsteğim Margosyan’ın belgeselde anlatıcı ve aktüel olarak katılımıydı. Kendi hikâyesini, duygularını katkı olmadan, en yalın haliyle ancak o anlatabilirdi. Sesindeki iniş çıkışlarda, kaçırdığı bakışında, gülüşünde, sakladığı gözyaşındaydı hikâye. Margosyan’ın da kendi hikâyesini kamera karşısında anlatması gerekirdi. Görüntüsüyle, sesiyle. Doğru olan buydu. “Kabul etmeseydi başlamazdık” diyebilirim. Başladık.
Aştığımız ilk zorluk Margosyan’ı ikna etmek oldu. Bir insanı kitaplarından tanıyorsunuz, sonra randevu alıp yanına gidiyorsunuz. “Ben sizin, anlattığınız kentin, hayatın belgeselini yapmak istiyorum. Hem de sizin katılımınızla” diyorsunuz. Margosyan bize “elbette, olur” demedi. Zamanla, belki de sohbetlerimizde gördüğü kararlılık, kitapları hakkındaki bilgim onu “hadi bakalım” noktasına getirdi.
Yapım sürecindeki temel zorluk ise şuydu: Bir tarihsel dönemden, şimdi olmayan bir sosyal hayattan bahsediyorsunuz ve bunun görsel karşılığı yok, kalmamış. Bu zorluğu mekânın bugünkü hâli ve simgesel anlatım larla geçmek gerekirdi. Böyle de yaptık.

Kazım Öz (Beyaz Çınar)

Beyaz Çınar
Beyaz Çınar

Bu belgeseli yapmaya yaklaşık on yıl önce karar verdim. Zeynel Kahraman’ın öyküsünü duyunca merak ettim ve kendisini ziyaret ettim. Dersim gibi asimilasyonun çokça uygulandığı ve büyük oranda sonuç da alındığı bir bölgede Zeynel Kahraman doğal bir direnişi ifade ediyordu. Zeynel Dede şahsında bölgesel kültürün birçok izi mevcuttu. Ayrıca Zeynel Dede’nin özel yetenekleri de film için oldukça çekiciydi. Renkli karakteri böyle bir projeye dinamizm katacaktı. Kahraman ailesini tanıdıkça projenin sadece Zeynel Kahraman’la sınırlı olmayacağını, aslında bir bütün olarak daha faydalı olacağını anladım. Ancak proje istediğim gibi gitmediği için uzun yıllara yayıldı. Belgesel çekimi sürerken maalesef Zeynel Kahraman’ı kaybettik. Bu film bir anlamda onun anısı için yapılmış bir çalışmadır da.
Tüm çalışmalarımda nasıl anlattığım sorunsalının neyi anlattığımdan daha önemsiz olmadığı bilinciyle hareket ettim. Bu filmde de anlatım yolları ve biçimleri konusunda arayışımı sürdürdüm. İlk belgeselimden beri belgesel sinema üzerine kafa yoruyorum. Belgesel sinemanın alışılagelmiş anlatım yöntemlerinin çoğunu reddediyor, hikâyelerimizi anlatmanın özgün yollarını arıyorum. Belki de bu yüzdendir ki yaptığım belgeseller ulusal ve uluslararası birçok festivalde farklı kategorilerde gösterilebiliyor.
Gerçek hayatın parçalarından yeni bir bütün yaratmak uzun zaman isteyen bir uğraş. Ama başarıldığında da büyük mutluluk veren bir uğraş.

yollara_dustuk_5
Yollara Düştük

Deniz Yeşil (Yollara Düştük)

Yaklaşık dört yüz sinema emekçisinin İstanbul’dan Ankara’ya üç günlük bir yürüyüş yaptığını öğrendiğimde konu çok ilgimi çekmişti. Set işçilerinden başrol oyuncularına, sinema yazarlarına kadar tüm sinema dünyasının bir araya gelerek yollara düşmüş olması sinema tarihimizde örneği görülmemiş bir şeydi. Üstelik 1970’lerin son çeyreğinde, sokaklarda sürekli siyasi cinayetlerin işlendiği bir dönemde, otuz dört kişinin hayatını kaybettiği 1 Mayıs 1977’den altı ay sonra sinemacıların setleri durdurup bir yürüyüş organize etmeleri çok da cesur bir adımdı. Bu adımın nedenlerini ve nasıl işlediğini öğrenmek ve tanıklıkların anlatımlarıyla belgelemek istedim. Yeşilçam’ın en yaşlı oyuncularından Kamer Baba da, genç set işçileri de kol kola aynı yolu yürümüştü. İnsanlar sokaklarda Tarık Akan’ı, Fatma Girik’i, Türkan Şoray’ı gördüklerinde film çevriliyor sanmıştı. Oysa onlar megafonlardan “siz daha iyi filmler izleyebilesiniz diye yollara düştük. Sinemamızı çağdışı sansürden kurtarmak ve sosyal haklarımızı almak için yollara düştük” diye bağırıyorlardı. Bugün sansürün ve setlerdeki insanlık dışı çalışma şartlarının yeniden tartışıldığı bir ortamda 1977 yürüyüşüne dönüp bakmanın ufuk açıcı olacağını düşündüm.
Belgesel, röportaj ve arşiv materyallerinin kurgulanması biçiminde gerçekleşti. Otuz yedi yıl önce yapılmış bir eylemin filmini yapıyorsunuz ve yürüyüşe katılanların hafızasında çok az ayrıntı kalmış. Bu konu üzerine daha önce derli toplu bir çalışma yapılmamış. Bu nedenle çok sayıda röportaj yapmam ve birinin unuttuğu ayrıntıyı diğerinden almam gerekti. Parçaları toplayıp bir yürüyüş günlüğü çıkarabildim böylece. “Orada herkes vardı” vurgusunu yapabilmek için de sinemacı yüzlerinin çok olması gerekiyordu. Yıllar sonra gün yüzüne çıkacak olan görsellerin varlığının da ayrıca önemli olduğunu düşünüyorum.
Arşiv kültürünün zayıf olduğu topraklarda yaşıyoruz. 12 Eylül Darbesi sırasında birçok politik görselin yakılarak, gömülerek kaybedilmesi gerçeğini de eklersek fotoğraf ve hareketli görüntülere ulaşmak oldukça zordu. Fakat ısrarlı araştırmalar sonucunda konuyla ilgili iyi bir arşiv oluşturabildim. Kültür Bakanlığı’ndan destek alamadım; projeyi kendi imkânlarımla, sponsorsuz yapmak durumunda kaldım. Konuya inancım ve her yeni veriye ulaştığımda yaşadığım heyecan nedeniyle projeyi bırakmadım ve aslında araştırma sürecim hâlâ devam ediyor. Yeni bulgularla çalışmamı güçlendirmeyi ve başka türde eserlere dönüştürmeyi amaçlıyorum. Hem sinema tarihimiz açısından önemli bir deneyimi belgelemek hem de hayatın her alanındaki sansüre, insanlık dışı çalışma koşullarına karşı yapılan itirazlara bir katkı sunmak düşüncesi en büyük motivasyonumdu.

Cihan Savucu, Erol Karakaya (İs)

İs
İs

Daha önce odun kömürü yapan kimse görmemiştim. Abimin eşinin akrabaları bu işi yapıyormuş, ben de zamanla yaptıkları iş daha iyi tanıdım, bu da tam olarak Sinema-TV bölümünü kazandığım yıl oldu. Yaptıkları şey bir işten daha öte geldi bana ve bu benim dört yıl boyunca düşündüğüm bir proje oldu.
Yengemin akrabalarını bir ziyaretim sırasında bir ocak sahibinin ocağı tutuştu. Alevler volkanik bir dağdan yükselen lavlar gibi yükseklere çıkıyordu. İnsanlar o ateşi söndüremiyorlardı. En sonunda ocak sahibi ocağın yanında oturdu ve bir sigara yakıp ağladı, elleri yüzleri simsiyahtı, adam terlemesine rağmen ter yüzündeki siyahlığı temizleyemiyordu. İşte bu olay beni hikâyenin bir parçası yaptı. Böyle projelerde kamerayı bir yere dikip bir şeyleri yönlendiremiyor veya kafanızda tasarladığınız planları yakalayamıyorsunuz, sadece o ânı yakalamaya çalışıyorsunuz.
Üniversitemizin geçtiğimiz yıl başlattığı yeni sisteme göre öğrenciler istedikleri yerde istedikleri filmi çekmekte özgürler. Ben de bunu fırsat bilip kafamdaki proje için kolları sıvadım. Projeyi hocalarıma, arkadaşlarıma ve bana yardımcı olacağını düşündüğüm Erol Karakaya’ya sundum. O da projeyi beğendi ve ikinci yönetmen olarak bana yardımcı oldu. Üç gün süren geceli gündüzlü bir çekim sonrası tamamen doğal olanı yakalamaya çalışarak çekimler yaptık. Onları daha iyi anlamak için günlük işlerine yardımcı olduk. Biz ekip olarak bir kamyon odunu tek başımıza indirdik, böylece onlardan biri olmayı başarmıştık. İnanılmaz deneyimdi. Ellerimiz Yüzlerimiz Karaydı ama Alnımız Aktı.
Sorularımızı filmin yönetmenlerinden Cihan Savucu yanıtladı.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.