Şu An Okunan
Pedro Almodóvar: Melez Renkler

Pedro Almodóvar: Melez Renkler

Hikâyeleri, karakterleri ve mizansenleri aşırılıklarla yüklü olan, melezliği yüceltirken kuir anlatıların bile sınırlarını zorlayan Pedro Almodóvar, erkek egemen dünyada kendini ötelenmiş hisseden herkese kucak açan bir sinema yapar.

Pedro Almodóvar, bir yönetmen olarak dünya çapında şöhrete kavuşmadan önce La Movida Madrileña’nın çok yönlü sanatçılarından biri olarak biliniyordu. 1975 yılında diktatör Franco’nun ölümünün ardından İspanya sokaklarında yeşermeye başlayan bir karşı-kültür akımı olarak tanımlanabilecek La Movida Madrileña, on yıllardır bastırılan her şeyin gün yüzüne çıktığı; seks yapmanın, alkol ve uyuşturucu kullanmanın bir isyan yöntemi hâline geldiği, bir cinsel ve kültürel özgürlük dönemiydi. Bu dönemin, İspanya sanatını da güçlü bir şekilde etkileyen ve dönüştüren bir etkisi oldu. Bu akımın yazar, ressam, müzisyen ve yönetmenleri arasındaki en ünlü ismiyse, Pedro Almodóvar’dı.

1970’li yıllarda avangard tiyatroya merak salan Almodóvar, oyunculuk yaptığı Los Goliardos adlı kumpanyada, daha sonra birçok filminde başrolü teslim edeceği Carmen Maura’yla tanıştı. Glam rock akımının parodisi yapan bir grupta çalan, romanlar ve hikâyeler yazan, oyunculuk yapan Almodóvar, farklı sanat dallarındaki birikimini filmlerine de yansıtacaktı.

Yıllarca İspanya Telekomu’nda çalıştıktan sonra, biriktirdiği paralarla bir Super 8 kamera alan yönetmen, sinema kariyerine kısa filmlerle başladı. Bu kısaların ardından, yine Super 8 kamerasıyla çektiği ve günümüzde camp bir klasik olarak anılan ilk uzun metrajı Folle… Folle… Fólleme Tim! (1978) geldi. Kendi öyküsünden uyarladığı Pepi, Luci, Bom y Otras Chicas del Montón (1980) ise Almodóvar’ın ticari vizyon şansı bulan ilk filmiydi. Pepi, Luci ve Bom adlı üç arkadaşın Madrid’deki maceraları anlatan film, kısa zamanda bir kült klasiğe dönüştü ve La Movida’nın sembol filmlerinden biri hâline geldi. Cüretkâr seks sahneleri, kuir karakterler ve her türlü ‘aşırılık’la örülü olan Pepi, Luci, Bom y Otras Chicas del Montón, yönetmenin sinemasının karakteristik özelliklerini ortaya koyan ilk film olarak da görülebilir.

Muhafazakâr İspanya toplumu için ‘şoke edici’ olan La Movida filmleri, yıllarca baskı altında kalmış bir toplumun yaşadığı sosyal patlamanın bir dışavurumuydu. Katolik Kilisesi ve onun temsil ettikleriyle her daim uğraşan Almodóvar, üçüncü uzun metrajı Entre Tinieblas (1983) ile büyük bir sansasyon yarattı. Her biri farklı bir günahı deneyen rahibelerin yanına sığınan bir kabare şarkıcısının yer aldığı filmde, uyuşturucu bağımlısı lezbiyen bir rahibenin şarkıcıya duyduğu aşk anlatılıyordu. Kendisi de yatılı bir Katolik okulunda okuyan Almodóvar, bu filmden yıllar sonra yine Kilise’nin tepkisini çekecek bir filme imza attı. Kendi anılarından yola çıkarak kaleme aldığı Kötü Eğitim’deki (La Mala Educación, 2004) pedofil peder karakteri büyük tartışma yaratmıştı. Kilisede eğitim gören çocukların maruz kaldığı cinsel tacizin apaçık gösterildiği Kötü Eğitim, Almodóvar’ın en provokatif filmlerinden biriydi.

‘Ahlaksız’ karakterleri ele alış şekli Almodóvar’ı benzersiz kılan özelliklerinden biridir. Kötü Eğitim’deki pedofil peder ya da Konuş Onunla’da (Hable con Ella, 2002) komadaki kadına tecavüz eden Benigno, anlatılar içinde antagonistler olarak karşımıza çıkmaz. Âşık olduğu çocuk şarkı söylerken pederin gözlerinin dolması ya da Benigno’nun neredeyse hayatının tamamını komadaki dansçı kadına adayarak yaşaması, bu iki karakterin yaşadıkları sıradışı aşka bize ikna eder. Böylece, normların ötesinde bin bir türlü aşkın var olduğuna işaret eden kuir anlatıların bile sınırlarını zorlar Almodóvar. Karakterlerini yargılamadan, bir tecavüzcünün, bir pedofilin çıkmazlarıyla bizi baş başa bırakır.

Geçmişin İzleri
Franco döneminin karanlığını çok iyi bilen Almodóvar’ın filmlerine, bu dönemin İspanya toplumunda bıraktığı etkiler de yansır. Unutmaya çalıştıkları geçmişlerinden bir türlü sıyrılamayan Almodóvar karakterleri, üzeri örtülenlerle, yüzleşilemeyen gerçeklerle, trajedilerle ve travmalarla baş etmek zorundadırlar. Karakterlerin bu yaşadıkları, İspanya toplumunun geçirdiği travmanın bir yansıması olarak da okunabilir. Bu bağlamda, Çıplak Ten’in (Carne Trémula, 1997) açılış sahnesi, Almodóvar’ın doğrudan politik gönderme yaptığı ender sahnelerden biridir. 1970 yılında ifade, örgütlenme ve direnme özgürlüğüne dair her makalenin yasaklandığını seyirciye bir yazıyla aktaran film, Madrid’in boş bir sokağında, hamile bir kadının bir otobüste doğum yaptığı bir sahneyle başlar. Bu doğum sahnesi, aslında bir neslin nasıl bir İspanya’ya doğduğunun metaforudur. Yarım milyona yakın insanın ölümünden sorumlu olan Franco’nun bıraktığı mirasın ağırlığı, Almodóvar gibi mizah dozu yüksek filmleriyle bilinen bir yönetmenin sinemasında bile hissedilir. Ölümler ve kayıplar, Arzunun Kanunu’ndan (La Ley del Deseo, 1987) Annem Hakkında Her Şey’e (Todo Sobre mi Madre, 1999), Konuş Onunla’dan Kırık Kucaklaşmalar’a (Los Abrazos Rotos, 2009), Almodóvar hikâyelerinin vazgeçilmez motifleri arasında yer alır.

Çoğunlukla doğrusal olmayan bir anlatı yapısı kuran Almodóvar, karakterlerin geçmişle kurduğu ilişkiyi geri dönüşler üzerinden anlatmayı tercih eder. Farklı dönemleri ve farklı olay örgülerini birbirine ustaca bağlayan yönetmen, birçok filminde oyuncaklı senaryolara imza atar. En az senaryoları kadar oyuncaklı görsel dünyalar yaratan Almodóvar, renkleri duyguları tasvir eden bir araç olarak kullanılır. Dekor ve kostümlerde mavi ve kırmızıyı bolca kullanan yönetmen, sinemasını üzerine kurduğu iki duygunun görsel karşılığını bulmuştur. Tutkunun rengi kırmızı ve hüznün rengi mavi Almodóvar’ın mizansenlerinde hep bir aradadır. Almodóvar, renk kullanımının baskın olduğu bu dışavurumcu mizansen anlayışıyla kitsch bir estetik de yakalar. Aslında tiyatronun temel anlatım öğesi olan mizansen, sinemada bu kadar baskın bir öğe hâline gelince filmler de teatral bir havaya bürünür. Mizansendeki her bir öğe Almodóvar filmlerinde kendini fazlasıyla belli eder, her öğenin altı adeta kalın çizgilerle çizilmiştir. Almodóvar, gerçekçi sinemayla her daim bir derdi olduğunu ve ancak güçlü bir temsilin gerçeği görünür kılabileceğini belirtir ve böylece filmlerindeki estetik yaklaşımın düşünsel temelini de ortaya koymuş olur.

Fakat yönetmenin üslubunu sadece kitsch ya da camp sıfatları içine hapsetmek doğru olmaz. Almodóvar farklı sanat akımlarından, film türlerinden ve anlatı kalıplarından beslenen bir yönetmen. Filmlerinde, kitsch estetiğin yanında klasik bir üslup, popüler kültür referanslarının yanında punk temsiller görülebiliyor; konvansiyonel gibi görünen anlatım bir anda avangarda dönüşebiliyor. Almodóvar’ı Almodóvar yapan, onun auteur imzasını şekillendiren temel öğelerden biri, filmlerinin hem hikâye düzleminde hem de estetik anlamda kendine has bir melezliğe sahip olması. Bu melezliği, Almodóvar’ın sanatını kuirleştiren en önemli öğelerden biri olarak görmek de mümkün. Almodóvar sinemasında, kendi normlarını ve sınırlarını belirlemiş herhangi bir akımın ya da türün kodları başka şeylere dönüşebilen, dinamik öğeler olarak karşımıza çıkıyor. Almodóvar böylece, kendine has üslubuyla eril sinema dilini kırmış oluyor.

Almodóvar iflah olmaz bir sinefil olduğu için, birbirinden farklı sinema akımlarına ve türlerine hâkim ve oralardan beslenebilen bir yönetmen. Bir röportajında, “Hem John Waters’ın Pembe Flamingolar’ından (Pink Flamingos, 1972) hem de Bergman’ın Persona (1966) gibi filmlerinden aynı şekilde zevk alabiliyorum. Küçükken bir Antonioni filmi gördüğümü hatırlıyorum. On bir ya da on iki yaşlarındaydım ve çok etkilenmiştim. Ama aynı zamanda saçma popüler filmlerden de çok hoşlanıyordum çünkü çocuktum. Hayatımda bu iki farklı tadı hep bir araya getirmeye çalıştım” diyor. Sevdiği filmlerdeki sahneleri kendi filmlerinde sık sık kullanan Almodóvar, Kırık Kucaklaşmalar’la sinema sanatına bir aşk mektubu yazar. Bir yönetmenin bir kadına karşı duyduğu tutkunun herkesin hayatını nasıl altüst ettiğini film içinde film yapısıyla anlatırken, Rossellini’nin İtalya’ya Yolculuk’undan (Viaggio in Italia, 1954) kendi filmi Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar’a (Mujeres al Borde de un Ataque de Nervios, 1988), birçok esere selam yollar.

Güçlü Kadınlar Geçidi
Pedro Almodóvar, farklı türleri bir potada eriten melez filmlerinin kimliğiyle uğraştığı kadar karakterlerinin kimlikleriyle de uğraşmayı sever. Yönetmenin filmlerinde karşımıza çıkan LGBTİ bireylerin çoğu, cinsel kimliklerini çoktan kabul etmiştir ve hepsi hayatlarını açık bir şekilde yaşamaktadır. Kimliklerin akışkan olduğu Almodóvar sinemasında, cinsiyet rolleri de tamamen altüst edilir. Annem Hakkında Her Şey’de bir trans babayla ya da Arzunun Kanunu’nda babasıyla cinsel ilişkiye girmek için cinsiyet değiştiren bir genç adamla karşılaşabiliriz.

Almodóvar deyince akla gelen ilk şeylerden biri de yarattığı kadın karakterlerdir. Franco dönemi boyunca şahitlikleri geçerli sayılmayan, tek başlarına banka hesabı bile açamayan ve kocalarından kaçtıklarında cezalandırılan kadınlar toplum içinde bir zamanlar ne kadar görünmezdiyseler, Almodóvar filmlerinde de bir o kadar görünür hâldedirler.

Kadınları filmlerinin merkezine yerleştiren yönetmen, kadınların erkeklere nazaran daha fazla dramatik zenginlik barındırdığını çoğu söyleşisinde özellikle vurgular. Almodóvar filmografisi, bir güçlü kadın karakterler geçidi olarak da görülebilir. Almodóvar kadınları, çocuk sahibi olsalar bile çoğunlukla bekârdırlar, cinselliklerini özgürce yaşarlar, haksızlığa uğradıkları kocalarından ya da erkek arkadaşlarından intikam alırlar. Kadın dayanışması, kadınlar arası kardeşlik duygusu Yüksek Topuklar (Tacones Lejanos, 1991),  Dönüş (Volver, 2006), Annem Hakkında Her Şey ve Julieta (2016) gibi filmlerde en fazla öne çıkan temalardan biridir. Kimseye muhtaç olmadan yaşayan, tek başına mutlu olabilen özgür kadınlardır Almodóvar kadınları.

Kadın gibi erkekleri, erkek gibi kadınları, kadın olan erkekleri, kahkaha atan kadınları, erkek olan kadınları, erkekleri öldüren kadınları, eşcinsel erkekleri, şort giyen kadınları, eşcinsel kadınları, ne erkek ne kadın olanı, seks düşkünü kadınları, seks düşkünü erkekleri, kısaca bütün “ahlaksızları” selamlayan Pedro Almodóvar, erkek egemen dünyada kendini ötelenmiş hisseden herkese kucak açan bir sinema yapar. Sırrımın Çiçeği (La Flor de mi Secreto, 1995) ile yönetmenin ‘zıpırlıklarını’ bıraktığı, olgunluk dönemine girdiği ve artık anaakım seyirciye daha çok hitap eden filmler çektiği söylense de, filmlerinde kuir estetikten hiçbir zaman ödün vermemiştir Almodóvar. Yönetmenin artık popüler kültürün parçası hâline gelen filmleri, kendini “erkek” hissetmeyen herkesin istediği zaman sığınabileceği güvenli ve şefkatli limanlardır.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.